23 Şubat 2013 Cumartesi

Yastık Adam

Yastık Adam oyununu 3 Şubat günü Şinasi Sahnesinde izledim.

Oyunun İngilizce adı "The Pillowman", İrlandalı oyun yazarı Martin McDonagh tarafından yazılmış. Oyunun prömiyeri Londra'da 2003 yılında yapılmış. Oynanmaya başlamasından sonra 2004 yılında "Laurence Olivier Ödülleri" - En İyi Yeni Oyun, 2005 yılında "New York Drama Critics' Circle Ödülleri" - En İyi Yabancı Oyun Ödüllerini kazanmış. Ayrıca, yine 2005 yılında "Drama Desk Ödülleri" ve "Tony Ödülleri" En İyi Oyun dalında aday gösterilmiş.

Ülkemizde de 2010 - 2011 "Sanat Kurumu" - En İyi Çeviri Ödülü (Yusuf Eradam) ve "Baykal Saran Tiyatro Ödülü" - En İyi Oyuncu (Tolga Tekin) ödüllerini kazanmıştır.

Bu kadar ödülden sonra benim oyun hakkındaki düşüncelerime gelelim. Oyunun hem beğendiğim, hem de beğenmediğim yanları var ama ikisi de iç içe.. Gerçekten öyle mi bilmiyorum ama eğer oyun "in-yer-face" tiyatro ise bazı şeyler benim için çok daha anlamlı olacak...

İlk olarak ödül almasına rağmen benim beğenmediğim şey, oyunun çevirisi.. Çeviri yüzünden oyunu izlerken bir çok yerde dublajlı amerikan filmi izliyor gibi hissettirdi bana.

Bunun dışında, oyunculuk muhteşemdi, benim daha önceki yazılarımı okuyanlar bilir genelde izlediğim etkinlikte 1-2 kişiyi favorim seçerim ama bu oyunda bunu seçmekte çok zorlandım. Seçmem gerekirse de Tolga Tekin (Ariel) ve Murat Çidamlı'yı (Katurian) seçerim. Tolga Tekin o kadar gerçekçi oynadı ki ben oturduğum yerde büzüldükçe büzüldüm korkudan.. Murat Çidamlı ise sahnede muhteşem bir oyunculuk sergilerken dayak yedi, işkence çekti, birkaç dakika baş aşağı asılıyken sanki hiçbir şey yokmuş gibi oyununa devam etti...

Herşey gerçek gibiydi; sanki ben yaşadım, ben işkence gördüm, dayak yedim... İşte beni rahatsız eden nokta da bu oldu. Bir yandan izlerken bir yandan da zihnimde okuduğum haberler dönmeye başladı. Orantısız şiddet, çocuk istismarı, aile içi şiddet, işkence vb. Böyle oldukça da ben kendimi daha kötü hissetmeye başladım, hatta o gün bütün enerjim içimden çekilmiş gibi sadece oturup düşünerek geçirdim. Ehh dediğim gibi beğendiklerim ve beğenmediklerim iç içe.. Oyunculuğun iyi olması benim de oyunu hissetmemi sağladı, ben hissettikçe de oyun daha gerçek oldu..

Hatta bir şey itiraf edeyim; oyundan çıkınca bunu blog'umda yazmak istemiyorum sonra ne değişti bilmiyorum ama bir anda yazmaya karar verdim.

Eğer bana bir daha gider misin diye sorarsanız hayır kesinlikle gitmem, ben oyunları çoğunlukla 1 kere izleyen biriyimdir bu da tamamen gitmek istediğim etkinlikler çok olurken zamanımın az olmasıyla ilgili. Ama tavsiye eder misin diye sorarsanız tabi ki tavsiye ederim sadece benim gibi çabuk etkilenen biriyseniz o gün tiyatro sonrasına program yapmayın...

Not: Oyunun Yönetmeni, İlham Yazar benim gözümde bu sezonun en iyi yönetmeni ödülünü almak üzere..

17 Şubat 2013 Pazar

3 Önemli Bina Hakkında Kısa Kısa

Ben hep Ulus'taki binalara hayranlık duymuşumdur. Bu bina ne binası acaba, mimarı kimdi diye düşünürdüm ama bir kez de oturup bunları araştırmadım. Ama çok şanslıyım ki benim merakım gibi bunu merak eden ama sadece merak etmekle kalmayıp bunun araştırmasını da yapan bir arkadaşım var, Elmas Aydoğan. O, benim de içinde bulunduğum bir grup insanı geçen yaz topladı ardından da bize Ulus'taki 20 kadar binayı tanıttı. Ben bu geziden o kadar keyif aldım ki blog yazmaya başladıktan sonra Elmas'a benim gibi merak edenler kesin vardır bana bu yazıyı hazırlamamda yardım eder misin diye sordum. Doğum günü hediyem olarak sadece elindeki kaynakları paylaşmadı, bana zaman ayırıp nasıl yazmam gerektiği hakkında yol da gösterdi. Elmas'cığım çook teşekkür ederim.

Şimdi biraz eskiye doğru gidelim Cumhuriyetin İlanı ve oradan da yavaş yavaş ilerleyelim. Cumhuriyet'in İlan edilmesinden sonra bir Ankara başkentimiz var ama daha bomboş bir alan. Hemen ülke için gerekli yapılar sıralanıyor. Kamu binası, okul, müze, halkevi, meclis, banka vb...  Atatürk bu eksikliklerin hızlı bir şekilde giderilmesi için mimarları ve mühendisleri çağırıyor ve esnek çalışma saatlerini ön koşul olarak koyuyor. Yani o zamana genel olarak bakarsak yokluk içinde bir ülke var ve hızlı bir şekilde toparlanmak için kalifiye elemanlara ihtiyaç var. 

1.Ulusal Mimari Akım (1909 - 1930): 1920'li yıllarda hakim olan akım. Önemli temsilcileri; Mimar Kemalettin, Arif Hikmet Koyunoğlu, Giulio Mongeri (İtalyan mimar). 

Türk mimari tarzını yaratmayı hedeflemiştir ama bunu yapmaya çalışırken de Osmanlı'dan etkilenmiştir. Osmanlı'daki saraylar, kervansaraylar, camilerdeki kemerler, sütunlar, sütun başlıkları, süslemeler vb. kamu binalarına yansımıştır. 

2.Ulusal Mimari Akım (1930 - 1950): Modernleşme isteği sonrasında doğmuş mimari akımdır. Önemli temsilcileri; Sedat Hakkı Eldem, Emin Onat, Bruno Taut, Sevki Balmumcu, Seyfi Arkan. 

Bu akımda yapılarda daha az süslemeler görülse de hala Osmanlı ve Selçuklu yapılarının izleri görülmektedir.  Kolay monte edilebilen hafif taşıyıcı sistem ve mekanlara güneş ışığı sağlayan geleneksel ahşap ev mimarileri de bu akımın ürünlerindendir. Ayrıca bu akımda simetri ve anıtsal kavramlara da önem verilmiştir. 

Böylece size bu iki akım hakkında kısacık bir özet geçmiş oldum. Peki bunu neden yaptım? İşte şimdi geldik bu yazının esas kısmına.. Ben bu yazıda tiyatro, opera, bale, konser izlediğimiz benim için çok önemli olan 3 tane binadan bahsetmek istedim (2. Vakıflar Apartmanı, Sergi Evi ve Halkevi). 


 2. Vakıf Apartmanı (1928 - 1930): Şuan ki Küçük Tiyatro ve Oda Tiyatrosunun bulunduğu bina... Binanın mimarı Kemallettin Bey. 

Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne kira yoluyla gelir sağlamak amacıyla inşa edilmiştir. Bodrum, dükkanların bulunduğu zemin katın en önemli özelliği birinci kata da yükselen bir tiyatronun da bulunmasıdır. 

İkinci kattan itibaren daireler avluya bakmaktadır. Kemer kullanımı yalnızca zemin katta eşit aralıklarla yerleştirilmiş ayakları birleştiren yarım daire biçimli kemerler ile görülmektedir. Bina bazı özellikleri ile 1. Ulusal olarak görünse de süslemenin en aza indirilmesiyle de ulusal üsluptan ayrılmaktadır.


Sergi Evi (1933 - 1934): Yani bizim bildiğimiz Opera binası. Binanın mimarı Şevki Balmumcu'dur. Genç mimarın tasarımının Milli İktisat ve Tasarrıf Cemiyeti'nin düzenlediği uluslararası bir yarışmada birinciliği alması Türk mimarlarının geleceği açısından ümit verici bir gelişme olmuştur. 

Sergi alanı tüm kütleyi çevreleyen şerit pencerelerden ve üstten ışık almaktadır. Geometrik yalınlık ve pürist yaklaşım yapının içte ve dışta, kütle düzeni ve ayrıntılarında ilk göze çarpan özelliğidir. Yarışma şartnamesindeki "Bina modern mimari tarzında olacaktır." koşulu yerine getirilmiştir. Yapı 1946 yılında Paul Bonatz tarafından Opera Binası'na çevrilmiştir. 


Halkevi (1927-1930): Bu ise Resim Heykel Müzesi. Mimarı Arif Hikmet Koğunoğlu. Bu da bir yarışma projesi sonucunda inşa edilen binadır. Üst kata balkon oluşturan yarı açık, süslü bir vestibülden olan ana giriş vardır, ayrıca ikincil girişler arka ve yan cephelerdedir. 

Bodrumu ve iki katı olan yapının zemin katının ortasında başarılı akustiği ve sahne tesisatıyla tiyatro salonu yerleştirilmiştir. Cephecilik anlayışının bir örneği olan yapıda tüm yüzey bezemeleri ön cephede toplanmıştır. Mimar anılarında Ankara'da ilk kez betonun bu yapıda kullanıldığını söylemiştir. 

Birazcık uzun bir yazı oldu kabul ediyorum ama umarım siz de okurken benim kadar keyifle okursunuz :)

Kaynaklar

Herşeyden önce Elmas Aydoğan en büyük kaynaktı, elindeki derleme yazıları ve kendi kişisel bilgileriyle tekrar teşekkür ederim kendisine.
Resimleri bu siteden aldım.
Ek bilgi için de Vikipedia ve TMMOB Mimarlar Odasının "Bina Kimlikleri" kitabını kullandım.

Caz ve 16. Uluslararası Ankara Caz Festivali Üzerine

Benim müzikle tanışmam ilkokul 2'de Ankara'ya taşınmamızın ardından oldu. Hemen okul korosuna aldılar beni ve bir kaç yıl sonra da piyano derslerime başladım. Müzik eğitimim klasik ağırlıklıydı, zaten ben de klasik müziğe bayılan biriyimdir. 

Caz müzikle tanışmam ise geç oldu lise gibi sanırım (hatta ilk canlı konserim bir Japon gruptu yanlış hatırlamıyorsam). Yani caz benim klasiğe oranla daha az bilgili olduğum bir alan. Ama zamanla farklı grupları, enstrümanların caz içindeki seslerini dinledikçe benim için bir caz konserinde olmazsa olmazlar oluşmaya başladı. Bir kere piyano kadar her çeşit müziğe yakışan bir enstrüman yok, tamam belki biraz taraf tutuyor olabilirim :). Eh bir davul şart ve müziğe derinlik katması için de kontrbas.. Bu üç bileşenden sonra da bir nefesli tercihen saksafon, trompet, trombon gibi caza renk katan enstrüman varsa ehh daha ne isterim bana da oturup dinlemek düşer. Bir de vokal mı var işte o zaman tadından yenmez.

Caz festivalinde her yıl bir kaç tane konsere giderim ve bu festival bana her yıl bahar geliyor festivaller başladı mesajı verir. Ama bu yıl 16. Caz festivali temasının gitar olduğunu açıklayınca şöyle bir durdum gitar mı ama benim listemde yok nasıl olur ki acaba?? ve Önder Focan Group feat Meltem Ege konserine gittim bununla ilgili düşüncelerimi sonraki yazımda anlatmaya çalışacağım.

Gel gelelim 16. Uluslararası Ankara Caz Festivali'ne... Festivali Ankara Caz Derneği düzenliyor. Dernek 1995 yılında kurulmuş. Festival ise 1996 yılında ODTÜ Caz Günleri adıyla başlamış ve güzel de büyüyerek devam etmiş. Dernek bu festivalle dünya cazının duayenlerini Ankara seyircisi ile buluştururken Türk caz sanatçılarının yurtdışında tanınmasını da hedefliyor.

Festival bu yıl 11 Ocak'ta açılışını yaptı, 1 Şubat - 14 Mart tarihleri arasında devam edecek. Festivalin bu yılki teması ise Cazın Gitarla Dansı..

Ben derim ki hala festival devam ederken biletlerinizi alıp söyle güzel bir caz konseriyle siz de baharın gelişini kutlayın.

3 Şubat 2013 Pazar

Amazonlar

Bu sezon bale sayısı mı azaldı yoksa sezondaki diğer balelere daha gittiğim için mi bana öyle geliyor bilemedim ama sonunda sezonun ilk balesine 14 Ocak'ta gidebildim.

Bale 1988-1989 yıllarında Vakhtang Kakhidze tarafından bestelenmiş. Sonrasında da Medeia Magalashvili'nin librettoyu yazması ve Nugzar Magalashvili'nin koreografisini hazırlamasının ardından benim Ankara'da izlediğim Amazonlar balesi oluşmuş. Bale 5 Mayıs 2011'de Samsun Devlet Opera ve Balesi'nde Dünya Prömiyerini yapmış. 

Benim baleyle ilgili ilk izlenimim içeri girer girmez "ama orkestra nerede" oldu. Balenin müzikleri çok güzeldi ama bence en büyük eksiklik orkestranın olmamasıydı. Müziğin koreografiyle birleşip olayları normalde kelimeleri kullanarak aktarmaktan çok daha iyi aktarılabileceğine inanın biri olarak, açıkçası hayal kırıklığı yaşadım orkestra yokluğuyla. 

Ardından oyun başlayınca hemen ilk sahneyi çok beğenip not tutmaya başladım sonra 2. ve 3. sahneyi de beğenmemin ardından beğendiğim sahneleri not almayı bıraktım :) Genel olarak bakarsak balenin koreografileri bir seyirci olarak bana çok güzel ve gösterişli gözüktü. Eminim dansçılar için de bir o kadar zorlayıcı ve çok çalışmanın ürünüdür. Ama bu baledeki koreografi daha önceki izlediğim balelerden farklı olarak balenin konusunu seyirciye aktarma konusunda çok zayıf kalmıştı.

Dansçılara gelirsek, baletlerden Herakles rolündeki Burak Kayıhan'a bayıldım. Hareketleri tereddütsüzdü, sanki diğer bütün dansçılar onun liderliğinde gibiydi.  Onu izlerken gözümün önünden dans hocalarımın "adımlarını düşünerek atma basacaksan bas!" demeleri kulağıma geldi. Kesinlikle anlatmak istediklerini o zaman daha iyi anladım.

Balerinlerden de Hippolyta rolündeki Mine İzgi bu baledeki favorim oldu. Baledeki rolü için gereken o sert mizacı ve amazonların güçlü savaşçı ruhunu çok iyi canlandırdı.  Hippolyta ne kadar sert mizaçlıysa kardeşi Antiope (Sanem Ergüler) o kadar sevgi pıtırcığı gibi etrafta dolanıyordu. Bu iki kardeş arasındaki fark da müzikle seyircilere çok iyi aktarılıyordu.

Eh gel gelelim sonuca, yukarıda belirttiğim iki nedenden dolayı bale için 10 puan 5 yıldız diyemesem de sırf baledeki kostümler, dansçılarının bu baledeki gerçekten çok iyi olan performansları için gidilip izlenmesi gereken bir bale.